uzay,kara delik,nebula

En Son

Uzayda hayat var mı?

              Uzayda hayat var mı?

ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA), Dünya dışında yaşam olabileceğine dair bugüne dek elde edilmiş en önemli bilimsel bulguyu açıkladı.

TSİ 21.00’da, NASA’nın Washington’da bulunan merkez binasında yapılan basın toplantısında, araştırmayı yürüten Arizona State Üniversitesi ekibinin başındaki isim Dr. Felise Wolfe Simon önemli açıklamalarda bulundu. Simon, bugüne dek tüm yaşam formlarında var olan biyo moleküler yapıdan ayrışan GFAJ-1 mikrobu hakkında elde ettikleri araştırma sonuçlarını sundu.

Dr. Wolfe Simon, basın toplantısının başlangıcında şu açıklamayı yaptı:

“Bugün konuşacağım şey, çok uzun süreden beri yapılan bir araştırmanın sonuçları olacak. Arseniği temel moleküllerinde bulunduran bir mikrop keşfettik. Bugüne kadar bildiğimiz şey, yaşam için altı elementin, yani karbon, hidrojen, nitrojen, oksijen, fosfor ve sülfürün gerekli olduğuydu. Bu elementler DNA, protein, yağların ve hücrelerin bilgi yapısında bulunuyor. Keşfettiğimiz mikrobun  sahip olduğu arsenik ise moleküler yapısında bulunan elementlerin yerini alıyor.”

Simon, “GFAJ-1” adı verilen bu mikrobun bugüne kadar eşine rastlanmamış bir şeyi yapabildiğini ve “yaşam için en gerekli elementlerden biri kabul edilen fosfor yerine arsenik bulundurduğunu” belirtti. Simon, mikrobun California eyaletinde bulunan ve kendine özgü bir ekosisteme sahip olan Mono Gölü’nde keşfedildiğini belirtti.

Mono Gölü, denizlerdekinin üç katı tuz oranına sahip. Ayrıca, arsenik yoğunluğunun çok fazla olması nedeniyle yaşamı olanaksız kılan bir ekosistem bulunduruyor.

TÜM TEORİLER DEĞİŞTİ

Ancak Simon ve ekibi, GFAJ-1’in yaşamın oluşmasına olanak vermeyen gölde bugüne dek eşine rastlanmamış bir biyo moleküler yapı oluşturarak hayatta kaldığını ortaya çıkardı.

Simon, “Arsenik, periyodik tabloda fosforun hemen altında bulunuyor. Bu iki elementin fiziksel olarak atom büyüklüğü birbirine benziyor. Ayrıca kimyasal yapılarında da benzerlik var. Laboratuar ortamında üzerinde test yaptığımız mikrobun, fosfor içermeyen bir ortamda nasıl hayatta kaldığını araştırdık. Gerekli olan tüm diğer elementlerin bulunduğu ortamda, fosforu tamamen arındırdık ve çok fazla oranda arsenik ekledik. Sonuçta, mikrobun büyüdüğünü ve geliştiğini gördük” dedi.

Simon, gösterilen animasyonda şu açıklamaları yaptı: “Aldığımız sonucun ardından bunun nasıl olduğunu anlamak için mikrobun DNA’sını inceledik. Burada arseniğe rastladık. Tıpkı fosforun yaptığı gibi, arsenik hücrenin içindeydi ve DNA ile bağ kurmuştu. Kısaca, fosforun olması gerektiği yerde arsenik bulunuyordu.”

Elde edilen bulgunun bugüne kadar bilinen her şeyi baştan yazdığını belirten Simon, “Tüm teoriler değişti. Dünya üzerinde bildiğimizden tamamen farklı bir moleküler yapıya sahip olarak yaşayabilen bir organizma var. Temel molekülleri içinde arsenik bulunuyor” dedi.

 BİLİM İNSANLARI GÖRÜŞLERİNİ AÇIKLADI

NASA’nın kendi televizyonu ve internet sitesinden canlı yayınlanan konferansta, araştırmada yer alan bilim insanları görüşlerini iletti. Arizona Üniversitesi’nden James Elser, şu ifadeleri kullandı:

“Yapılan keşif çok büyük ve insanlık adına büyük önem taşıyor. Ekoloji alanında yapılan tüm araştırmalar, fosforun yosunlardan hayvan türlerine kadar sayısız canlı için çok önemli bir yer tuttuğunu gösteriyor. Tahıl üretimi, bitki hayatı, kaliteli gübre gibi birçok unsurun içinde bulunduğu ekolojik devrim için fosfor gerekiyor. Ayrıca, fosfor farklı ekosistemlerdeki çeşitli yaşam türleri için de çok önemli. Kısaca yaşamın sürdürülebilmesi, ekosistemlerin yaşanabilir olabilmesi ve organizma hayatı adına gerekli bir element.”

“Fosforu milyarlarca yılda oluşmuş olan madenlerden elde ediyoruz. Ancak bu madenlerin jeolojik yayılımları çok farklı ve başta Fas olmak üzere bulundukları yerlerde hızla tükenme noktasına geliyorlar. Yeşil devrim için gerekli olan bir şeyin yaşanması insanlığın geleceği için tehdit oluşturabilir. Ancak fosfor kullanmak yerine moleküler yapısından onun yerine başka bir element kullanan akıllı bir varlık, her şeyi kolaylaştırabilir.”

Elser, biyo enerji üretimi sağlamak için fosfor elde edilebilecek bir yöntem bulunmasının çok önemli olduğunu, bu kapsamda DNA’sında fosfor yerine arsenik kullanan bir organizmanın bulunmasının şoke edici bir gelişme olduğunu belirtti.

Organik kimyager Steve Banner ise şu açıklamayı yaptı:

“Kimyacılar olarak bunun istisnai bir keşif olduğunu söyleyebiliriz. Fosforu çok az, arseniği de bir o kadar fazla içermesi, bugüne dek görülmemiş bir özellik. Arsenik, mikrobun DNA yapısında zayıf halkayı oluşturuyor diyebiliriz. Farklı elementlerin birbirleriyle olan bağları uyuşmazsa, DNA zinciri kopar. Arseniğin yer aldığı DNA sarmalına sahip organizmanın incelenmesiyle, Dünya dışı varlıkların neye benzedikleri hakkında çok daha geniş bir bakış açısına sahip olacağız.”

Banner, “DNA’daki zayıf bağlantıyı sıcaklıkla ölçebiliyoruz. Satürn’ün uydusu Titan, Dünya’ya göre daha soğuk bir atmosfere sahip. Bu şartlar altında arsenik çok daha kullanışlı olabilir. Kısaca, soğuk bir çevrede, arsenik için daha istikrarlı bir ekosistem oluşacaktır.”

 “BİR KAPI ARALADIK”

NASA Jet İtiş Gücü Laboratuarı’nda görevli Pamela Conrad, “Çevre çok farklı matrisler oluşturabiliyor. Bunun nasıl oluştuğu, kimyasal çevresi, nasıl bir düzene sahip olduğunu araştırarak, moleküler yapısındaki elementleri değiştirebilen organizmaları ve kısıtlı bir ekosistemde hayatın nasıl oluştuğunu anlayabiliriz. Temel yaşam elementleri arasında arseniği kullanan bir bakteri keşfetmek bir başlangıç” dedi.

Simon ise yaptıkları keşfin sadece arsenik hakkında olmadığını, bugüne dek kabul edilen kuralların dışına çıkan bir organizma keşfedildiğini belirtti. Simon, “Büyük bir kapı araladık. Bugüne kadar içinde bulunduğumuz evren hakkında öğrendiklerimiz çok fazla soruyu cevaplamıyordu. Bulduğumuz şey hayat ağacının bir parçası. Hayat ağacında başka neler bulabileceğimizi ve ne sorabileceğimizi düşünmeliyiz. Evrenin başka köşelerinde faklı yaşam formları bulabileceğimizi sorgulamalıyız” dedi.

Simon, GFAJ-1 mikrobunun, sahip olduğu moleküler özelliğin nasıl bir dönüşümün sonunda elde edebilmiş olduğunu bilemeyeceklerini belirtti. Simon, fosforun kayalıkların içinde bulunan bir madde olmasından dolayı hayatın nasıl başladığına dair çok az kanıtları olduğunu, yaşamı oluşturan farklı elementlerin bir araya gelirken fosforun daha hızlı bir evrim olanağı sağladığını söyledi. Simon, 30 yıl içinde farklı elementlerin yerini alabilecek, farklı metabolizmalarda işlev görecek elementler keşfedeceklerini ifade etti.

Simon, GFAJ-1’den elde ettikleri verilerin mikrobun nasıl hayatta kaldığını kesin olarak ortaya koyamadığını belirtti. Moleküler yapısında çok az da olsa fosfor bulunduran mikrobun tamamen arsenikten oluşmadığının altını çizdi.

James ise yosundan enerji elde etme, kaliteli gübre üretme, alternatif biyo enerji yöntemleri geliştirme gibi sürdürülebilirlik sağlayacak konuların, arsenik atığı dönüşümü sağlanarak başarılabileceğini söyledi.

 “HAYALKIRIKLIĞI” TEPKİSİ

İlk açıklamaların ardından gelen sorular arasında hayal kırıklığı belirtenler de vardı. Ames Araştırma Merkezi’nden bağlanan bir dinleyici, Simon’a “yapmış olduğu araştırmanın gerçekten kayda değer bir şey olduğuna neden inandığını” sordu.

Simon, “hayatta kalmak için temel elementlerin dışında kalan arseniği kullanan organizmanın bulunmasının çok büyük bir keşif olduğunu ve çok titiz bir çalışma yürüttüklerini söyledi. Simon, bir diğer soruya yanıt olarak, Mono Gölü’nde fosfor dışında diğer elementlerin bulunduğunu, bunun da GFAJ-1’in DNA’sında arsenik bulunduracak dönüşüm geçirmediğini savunduğunu söyledi.

USA Today gazetesinden bir gazeteci ise açıklamanın uzaylıların varlığı hakkında beklentileri olanlar için hayal kırıklığı yarattığını ifade etti. Simon, bunu anladıklarını ancak yapılan keşfin çok önemli yeni araştırma alanları sunacağını belirtti.

Kimyager Banner, GFAJ-1 üzerinde izotop ve radyoaktif görüntüleme testleri yaparak deneylerini sürdüreceklerini ve mikrobun evrimini inceleyeceklerini söyledi.

Banner, bilim dünyasında farklı geçmiş, kültür, toplumdan gelen birçok insanın bir araya geldiğini ve bilimin şahsi değil, ortak çalışma ürünü olduğunu vurguladı

UZAY HAKKINDA BİLGİ

                                                                                    UZAY ÇALIŞMALARI HAKKINDA BİLGİ


A. UZAY
Bütün sınırlı genişlikleri içine alan sınırsız boşluğa uzay denir. Uzayın büyük bir kısmında hiçbir şey yoktur: Ne gaz, ne sıvı, ne katı; ne de herhangi bir atom veya molekül. Uzaya çıktığımızda dünyanın koruyucu atmosferinin dışına çıkmış oluruz. Uzay, yaşamı sürdürmenin çok zor olduğu bir yerdir.
1. UZAYA İLK ADIM (AY’IN FETHİ)
1968’de Ay’ın fethine doğru yeni bir aşama gösterildi. 15 Eylülde fırlatılan SSCB uzay aracı Zond-5, ilk Yer-Ay-Yer gidiş gelişini gerçekleştirirken, ABD’nin de Apollo tasarısına başlanmıştır. Temmuz 1969’da Apollo-9 içinde Armstrong, Aldrin ve Collins ile uzaya fırlatıldı. 21 Temmuz’da Türkiye saati ile 04.56’da Neil Armstrong, Ay üstüne ayak basan ilk insan oldu. Onu hemen Edwin Aldrin izledi. Bunlardan sonra Apollo-11, Apollo-12 ve Apollo-13 uçuşları gerçekleştirildi.
Apollo-13’ün yolculuğu sırasında (Nisan 1970) pilotların büyük bir kaza atlatmalarına karşın, uzay yarışında ABD üstün görünüyordu. Bununla birlikte NASA bir süre için Ay programını durdurdu. SSCB ise 1970 sonunda Ay üstüne ilk otomatik yumuşak iniş gerçekleştirdi. SSCB’in fırlattığı Luna 16-20 Eylül 1970’te Bolluk denizine indi. Luna-17 Ay üstüne bir ay aracı olan Lunakod’u bıraktı. Bu araç 3600 m.lik bir taramadan sonra Ocak 1971’de Luna-17’ye geri döndü.
2. GÜNEŞ SİSTEMİ VE DİĞER GEZEGENLER

a) Güneş sistemi
Güneş sistemi yaşama, 4,6 milyar yıl önce, içinde kayaç ve buz parçacıkları bulunan büyük bir gaz bulutu kütlesi olarak başlamıştır. Bulut kendi çekim gücü nedeniyle sıkıştığında güneş oluşmuş, tanecikler de bir araya gelerek gezegenleri ortaya çıkarmıştır.
Güneşin iç bölümünde nükleer füzyonla hidrojen helyuma dönüşür ve bu dönüşüm sonucu açığa çıkan enerji, önce ışık yuvarına, oradan da uzaya gider.
b) Merkür
Güneşe en yakın gezegen Merkür’dür. Ortalama 57,9 milyon km. olan Merkür-Güneş uzaklığı astronomideki diğer uzaklıklara kıyasla gerçekten çok küçüktür.
Güneşe çok yakın olduğundan, gündüz vakti Merkür’deki sıcaklık 423 C ye kadar çıkar. Ama güneş battığı zaman sıcaklığın –183 C ye kadar indiği olur. Güneşe bu kadar yakın olmasına karşın bazı uzmanlar Merkürde hala kraterlerin güneş görmeyen yerlerinde buz bulunabileceğini düşünüyorlar.
Bir teoriye göre Merkür, bundan milyonlarca yıl önce 2 kez hemen hemen kendisi kadar büyük gök cisimleriyle çarpıştı. İlk çarpışma sonucunda Merkür neredeyse tümüyle sıvılaştı, ağır metaller dibe batarak büyük çekirdeği oluşturdu. İkinci çarpışma sonucunda da kabuğun büyük bir kısmı parçalanarak ince bir kabuk kaldı.
c) Venüs
Güneşe en yakın ikinci gezegendir. Güneşe uzaklığı 108 milyon km.dir. Dünyaya en yakın konuma geldiğinde güneş ve aydan sonra en parlak cisimdir. Işığı bazen gölgeler oluşturabilir.
Venüs’ün atmosferi çok yoğundur. Öylesine yoğundur ki; dünyadaki en güçlü teleskopla bile yeryüzü şekillerinin görülmesi imkansızdır. Atmosferinin basıncı yüzünden ezileceğinden, gökyüzünden yağan sülfürik asitten yanacağından, atmosferi nefes almaya uygun olmadığından büyük bir olasılıkla hiçbir insan Venüs’ün yüzeyine ayak basamayacaktır.
Venüs çok yavaş döner. Kendi çevresinde dönmesi 243 gün sürerken, güneş çevresinde dönmesi 224 gün sürer. Bu nedenle bir Venüs günü bir Venüs yılından daha büyüktür.
d) Yer
Dünya, güneş sisteminde yaşam olan tek gezegendir. Güneşe uzaklığı ortalama 149,6 milyon km.dir. Dünya, demir ve nikel bir çekirdeği saran kayaç tabakasından oluşur. Derinlere indikçe sıcaklık artar.
Yaklaşık 4,6 milyar yıl önce, bir gaz ve toz bulutu yoğunlaşarak güneşi oluşturmuştur. Bulutun içindeki başka maddeler birleşerek dünya ve diğer gezegenleri oluşturmuştur. Dünyada demir ve nikel eriyerek çekirdeği oluşturmuştur. 4 milyar yıl önce dünyanın kabuğu oluşup yanardağlardan çıkan su buharı yoğunlaşarak denizleri meydana getirmiştir.
e) Mars
Dünyanın yarısı büyüklüğünde olan Mars birçok yönden dünyaya benzer. Mars gününden sadece bir saat uzundur. Marsta da dünyadaki gibi mevsimler vardır. Ama güneşe uzaklığı 227,4 milyon km. olduğu için ortalama sıcaklığı –28C dir. Ayrıca bir Mars yılı 687 dünya günü sürer.
Marstaki nehir yatakları Mars’ın ikliminin bir zamanlar daha sıcak, atmosfer basıncının da suyun yüzeye çıkmasını sağlayacak kadar yüksek olduğunu gösteriyor. Belki de bilinmeyen bir olay Mars’ın atmosferinin uzaya kaçmasına ve demirce zengin olan toprağının pas rengi almasına neden oldu
Uzay yolculuklarının ateşli taraftarları 2030 yılı civarında insanoğlunun Mars’a ayak basacağını umuyorlar. Daha sonra Mars’ta üsler kurulacak, bu üsler büyüyüp gelişecek ve en sonunda uzayın daha uzak bölgelerine yapılacak yolculuklar için fırlatma rampası olarak kullanılacaktır.
f) Jüpiter
Güneş sistemindeki en büyük gezegen Jüpiter’dir. 16 uydudan oluşan ailesi ile minik bir güneş sistemine benzer. Çok küçük olan katı çekirdeği dışında minyatür bir güneş gibi hemen hemen tümüyle gazdan oluştuğu için Jüpiter diğer gezegenlerden farklı gözükür.
3 Aralık 1973 tarihinde, Jüpiter’e ulaşan Pioneer-10, dünyaya Jüpiter’in bulutlarına ait ilginç fotoğraflar gönderdi. 1979 yılında Voyager araçları Jüpiter’in dünyadan görülemeyecek kadar ince 3 tane halkası olduğunu buldular.
Jüpiter’deki kırmızı leke ilk kez İngiliz astronom Robert Hooke tarafından 1664 yılında gözlenmiştir. Aşağıdan yukarıya doğru hızla yükselen maddenin yarattığı 8 km. yüksekliğinde, 40.000 km. uzunluğunda ve 14.000 km. genişliğinde olan bir fırtınadır. Saatte 500 km. hızla esen bu fırtına önüne çıkan küçük fırtınaları yutarak büyür.
g) Satürn
Güneş sistemindeki ikinci gezegen olan Satürn, güneşe uzaklık sıralamasında 6. dır. Jüpiter gibi Satürn’de neredeyse tümüyle gazdan oluşur. Kendi çapının beş katı çapa sahip olan çok güzel görünüşlü halkaları oldu için Satürn’e “Halkalı Gezegen” de denir.
Satürn’ün yoğunluğu o kadar azdır ki büyük bir göle konsa batmayacak kadar hafiftir.
Satürn’ün halkaları aletleri oldukça ilkel olan eski astronomların aklını karıştırmıştı. Galileo 1610 yılında ilk kez teleskopla Satürn’e baktığında, sanki üçlü bir gezegen sistemiymiş gibi, her iki yanında birer uydu gördüğünü sanarak şaşırmıştı. İki yıl sonraysa uydular görünmez olmuştu.
Satürn’ün en büyük uydusu Titan’dır. Merkür’den daha büyük olan bu uydunun yoğun ve kalın bir atmosferi vardır. Bir uydudan çok küçük bir gezegene benzer. 21.yy.ın başlarında Amerikan Cassini uzay sondasından ayrılacak olan Avrupa yapımı bir sondanın, uydunun atmosferine sokulması planlanıyor.
h) Uranüs
Uranüs, 1781 yılında İngiliz astronom William Herschel tarafından bulundu. Daha önce iki kez gözetlenmiş ama yeni bir gezegen olduğu anlaşılamamıştı. Uranüs’ün güneşten ortalama uzaklığı 2 milyar 869 milyon km.dir. Uranüs, güneş çevresindeki bir dönüşünü 84 yıldan biraz daha uzun bir zamanda tamamlar.
Uranüs güneş çevresindeki yörüngesinde yan yatmış olarak döner, tıpkı yuvarlanan bir varil gibi. Bu nedenle de zaman zaman her iki kutbu da bize doğru döner. Bu garip dönüşe, milyarlarca yıl önce dev bir gök taşının gezegene çarpması neden olmuş olabilir.
Uranüs’ün halkaları 1977 yılında, astronomlar gezegenin arkasından bir yıldızı gözledikleri sırada bulundu. Yıldızın ışığı beklenenden 5 dk. önce sönükleşince yıldızın ışığını engelleyenin bir uydu olabileceği düşünüldü. Aynı şey gezegenin öbür yanında da tekrarlanınca bunun bir halka sistemi sonucu olduğu anlaşıldı.
i) Neptün
j) Plütonk) Onuncu gezegen

3. KUYRUKLU YILDIZLAR, METEORLAR VE ASTEROİTLER


a) Kuyruklu Yıldızlar
Kuyruklu yıldızlar, Güneş sisteminin oluşum döneminden arta kalmış kayaç ve buz kütleleridir. Gök bilimciler, bu buzlu kayaçların, Hollanda’lı gökbilimci Jan Oort’un adıyla anılan ve Güneş Sisteminin en dışındaki Oort bulutu bölgesinde yer aldığını düşünmektedirler.
b) Meteorlar
Gökte kısa bir an için görülen ışık çizgilerinin nedeni meteorlardır. Kuyruklu yıldızlardan kalan kayaç ya da toz parçacıklarının saniyede 70 km. yi bulan hızlarla atmosfere girip yanmaları sonucu oluşurlar. Kuyruklu yıldızlar, yörüngelerinde dönerken kopan parçacıkların atmosfere girip yanmasıyla gökte “meteor yağmuru” denilen görüntü-yü yaratırlar.
c) Asteroitler:
Asteroitler, güneş çevresindeki yörüngelerde dönen ve gezegenlerden daha küçük olan gökcisimleridir. Günümüze kadar keşfedilenlerin sayısı 4000’i geçmektedir. Boyları küçük taş parçaları ile yüzlerce km. çaplı kütleler arasında değişir. Asteroitlerin çoğu Mars ile Jüpiter arasında uzanan Asteroit kuşaklarında yer alır. Ancak “Truvalılar” adı verilen, iki grup halinde Jüpiter’in yörüngesini izlerler. Öbürleri güneşin çevresinde dönerler.
En büyük Asteroit 1801 yılında keşfedilen Ceres’tir. 930 km.lik çapıyla dünyaya getirilirse Fransa yüzölçümü kadar bir yer kaplardı.
4. YILDIZLAR
5. EVRENİN ÖYKÜSÜ
Evren, atomlardan galaksilere kadar var olan her şeydir. Astronomlar evreni incelemeye başladıklarından beri onun nasıl ortaya çıktığını merak ettiler. Çevremizdeki galaksilerin bizden uzaklaştığını ve evrenin genişlediğini buldular. Eğer bu doğruysa evren geçmişte, günümüzden çok daha küçüktü. Buna dayanarak “Büyük Patlama” (big-bang) teorisini geliştirdiler. Bu teori her ne kadar tüm sorulara cevap vermese de astronomların yaptıkları gözlemlerle büyük bir uyum içindedir.
Büyük patlama teorisine göre evren, bundan 15 milyar yıl önce çok büyük, hayal bile edilemeyecek kadar şiddetli bir patlama ile ortaya çıktı. Büyük patlamadan önce neyin varolduğunu soramazsınız, çünkü her şey büyük patlamadan sonra ortaya çıktı. Büyük patlamadan önce nelerin olup bittiğini de soramazsınız, çünkü zamanın kendisi de büyük patlamayla başladı.
B. UZAY ÇALIŞMALARI
1. UZAY YARIŞI (SOĞUK SAVAŞ)
2. Dünya Savaşı’ndan sonra SSCB ve ABD uzay çalışmalarına hız verdiler. Silahlanma çerçevesinde yapılan bu soğuk savaş teknolojinin gelişmesine imkan sağladı. SSCB 4 Ekim 1957’de Sputnik-1 adlı yapay uyduyu, daha sonra da 3 Kasım 1957’de Layka adlı köpeği taşıyan Sputnik-2’yi uzaya gönderdi. Sputnik’leri ABD uydusu Explorer-1 izledi (1 Şubat 1958). 12 Nisan 1961’de SSCB, içinde insan bulunan ilk uyduyu yörüngeye oturtarak yeni bir aşama yaptı. Yuri Gagarin’i taşıyan Vostok-1 yörüngeye oturtuldu. Bunu Şubat 1962’de içinde ilk ABD’li astronotlardan John Glenn’in bulunduğu Friendship ile ABD izledi. Sonra da Lovell ve Borman 14 gün süreyle yörüngede kaldılar(4-18 Aralık 1965). Aleksey Leonov, 18 Mart 1965’de uzayda araç dışına ilk çıkışı gerçekleştirdi, bunu 3 Haziran 1965’de Edward White izledi. Mariner-4 (ABD) Kasım 1964’de Mars gezegeninin ilk fotoğraflarını iletti. Buna karşılık Lunik-9 (SSCB) ay üzerine ilk yumuşak inişi Şubat 1966’da gerçekleştirdi. Bunu aynı yılın Haziran ayında ABD’nin Surveyor’ı izledi.
2. UZAY ARAÇLARIa) Füze motoru

b) Fırlatıcılar

3. ASTRONOTLAR
Astronotlar, uzaya çıkabilmek için aylar süren eğitimden geçerler. Uzayda yön bulmak bu eğitimlerin en önemlilerindendir. Uzay araçlarının içinde astronotların yerine yön bulmasını sağlayan çok gelişmiş bilgisayarlar vardır. Bu bilgisayarlar hasar gördüğü zaman astronotların aracı kullanması gerekebilir.
Uzayda yapılacak tüm çalışmalar daha önce yerde bir simülatörde denenir. Burada telsiz kullanmayı, yer kontrol merkeziyle haberleşmeyi ve gerekirse arızaları nasıl giderileceği öğrenilir. Bu simülatörlerde ayrıca yangın, güç kesilmesi, paraşüt arızası, yörüngeden sapma halinde küçük roket motorlarını kullanma öğrenilir.
Uzaydaki yer çekimsiz ortama alışmak astronotlar için zor olur. Görev sırasında uzayda yürümek gerekebile-ceğinden, su altında bazı çalışmalar yapılır. Çünkü su altında hareket etmek yer çekimsiz ortamda hareket etmeye çok benzer.
Kalkış sırasında astronotlar, kendilerini dünyadakinden 3 kat daha fazla ağır hissederler. Bu çekime yer çekimin 3 katı anlamında kısaca 3g denir. Astronotların bu çekime alışabilmeleri için merkezkaç aracı denen bir araca binerler. Bu araç astronotların kendilerini dünyadakinden 3 kat daha fazla ağır hissetmelerini sağlar. Astronotlar yola çıkmadan önce 2 hafta süresince karantinaya alınırlar. Çünkü uzayda hastalanırlarsa en yakın hastaneye gitmek için 900km. yol gitmeleri gerekir.
Genelde bir ekipte 3 kişi bulunur. Ekipte bir pilot, uzay aracının içine verilen havadan sorumlu bir kişi ve bilgisayarları kullanan bir uzman bulunur. Güvenlik nedeniyle, herkes tüm görevleri yapabilecek şekilde eğitilir.
4. ASTRONOMİ
Astronomi tüm bilimlerin en eskisidir. Dünyada ilk insanın ortaya çıktığı günden bu yana insanlar gökyüzünü ve orada gördüklerini merak ettiler. Gördükleri şeylerin resimlerini mağara duvarlarına çizdikleri için mağara adamlarının gökyüzünü gözlediklerini biliyoruz. Ürün ekme ve hasat için en uygun zamanın güneş, ay ve yıldızların hareketleri incelenerek bulunabildiğini gördüklerinden beri insanlar gökyüzünü gözlemlemenin yararlı olduğunu anladılar.
Her ne kadar eski Mısırlıların festival ve bayram günlerini belirlemek için güneş ay ve yıldızları kullandıkları biliniyorsa da gökyüzünü incelemeyi bir bilime dönüştürenler eski Yunanlılardır. Örneğin eski Yunanlı Hipparkhos, çok doğru yıldız haritaları çizmişti.
Her ne kadar astronomlar evrenin doğası ve yapısı konusunda oldukça çok bilgi biriktirmişlerse de, her şeyin ayrıntıları ile birlikte anlaşılması için teleskopun icadını beklemek gerekti. 1608 yılında Hans Lippershey iki merceğin art arta yerleştirilmesinin uzaktaki cisimleri büyütebildiğini gördü. Mercekleri daha rahat kullanmak için onları uzun bir borunun ucuna monte eden Lippershey ilk teleskopu yapmış oldu. Lippershey’in icadı dünyada çabucak yayıldı. Galileo daha gelişmiş bir teleskop yaparak gökyüzünü incelemeye başladı. Galileo gördüklerine çok şaşırdı. Ayda dağlar ve kraterler vardı. Güneşte, oynayan küçük lekeler vardı. Jüpiter’in bir sürü küçük uyduları vardı ve Venüs’ün görünüşü zaman geçtikçe değişiyordu. En son keşif hepsinin en önemlisiydi. Çünkü bu Venüs’ün dünya çevresinde değil de güneşin çevresinde döndüğünü ispatlıyordu.

5. İNSANLARIN VE DİĞER CANLILARIN UZAYDAKİ TEPKİLERİ
Uzayda olmak insanları ve diğer canlıları etkiler. Örneğin, uzaydayken insanların boyu birkaç cm. uzar. Bunun nedeni ise, dünyadayken yerçekiminin omurgalar arasındaki kıkırdakları sıkıştırmasıdır. Ağırlıksız ortamda bu kıkırdaklar genişleyerek boy uzar.
İnsanlardaki bir başka değişim ise kanın beyne fazla miktarda pompalanmasıdır. Dünyada kalp, beynin aşağısında olduğundan kalbin beyne kan pompalaması için daha fazla uğraşması gerekir. Ağırlıksız ortamda böyle bir durum söz konusu olmadığı için kalp beyne dünyadaki gibi kan pompalamaya devam eder. Fakat yer çekimi olmadığı için beyne daha fazla kan gider. Bu da dünyada baş aşağı birkaç saat durmaya benzer.
İnsanlar ağırlıksızlığa çabuk alışırlar. Öteki canlılar ise farklı farklı tepkiler gösterirler: kurbağalar uzayda sıçramaya çalıştıklarında takla atarlar ve neye uğradıklarını şaşırırlar. Uzayda sebze ve meyvelerin nasıl yetiştirilebi-leceğini bilmiyoruz. Astronotlar bu konuda çeşitli deneyler yapıyorlar, ama şimdilik vitamin ihtiyaçlarını yanlarında götürdükleri hazır yiyeceklerden karşılamak zorundalar.
Arabella adı verilen bir örümcek uzayda ağ örmeyi başardı; ama yine de alışılmış bir ağ örene kadar birkaç gün geçti.
Uzayda yumurtadan çıkan bazı kuşlar düzgün uçmayı hiçbir zaman başaramadılar. Dünyada, kuşlar kanatlarını çırptıkları zaman yukarıya doğru bir kuvvet üretirler bu kuvvet onları havada tutar. Ağırlıksız kuşlar ise, kanat çırptıklarında havada daireler çizecek biçimde dönüp dururlar.
Bitkiler ilginç bir biçimde büyürler, yeşil kısımlar uzay aracındaki herhangi bir ışığa yönelir, ama kökler ne tarafa yöneleceklerini bilemezler.

UZAY

Uzay yada”’fezâ’, dünya’nın atmosferi dışında evrenin geri
kalan kısmına verilen isimdir.Ortalama ısısı – 765498 santigrat derecedir.
Atmosfer ile uzay arasında kesin bir sınır bulunmamaktadır, fakat Dünya’nın
atmosferi yukarı doğru çıkıldıkça incelmektedir. Uzayda tahminen milyonlarca
galaksi bulunmaktadır. Bu tahmini galaksilerin içinde tahminen milyonlarca sistemler,
gezegenler ve asteroitler bulunmaktadır. Fizikçi Carl Sagan ‘ın kitabı ” KOZMOS
” da yazdığı üzerine evrensel atom sabiti 1088 kadar yani 10
üssü 88, Carl Sagan’a göre evrende tahmini 64’un yanında 793 sıfır tane atom
var (on oktovigintilyon). Bu şekilde bir hesaplama ve insanoğlunun bildiği her
türlü galaksi uzayın büyüklüğünü kanıtlar.

Uzay karanlığı, büyüklüğü, olayları ile ilgi çekici, karmaşık ve araştırmaya
değer olmuştur. Bu yüzden insan her çağda uzayı merak etmişti. Bu yüzden
sürekli uzayı araştırmak için icatlar yapmıştı. Teleskop bu alanda çok önemli
bir alettir. Çağlar geçtikçe insanların daha güçlü teleskoplarla uzayı
incelemesi uzay hakkındaki bilgileri artırdı. Böylece merakını gidermeye
başlayan insanoğlu bununla yetinmeyip uçarak daha fazla bilgi toplamak istedi.
İnsanlığın uçmayı keşfetmesiyle Dünya’yı çevreleyen yakın uzay hakkındaki bilgiler, daha da artmaya başladı. Nihayet, güçlü füzeler, yapma uydular, Ay ‘a insanlı ya da insansız araçlar gönderilmesi, yapay uydular geliştirilmesi, çok güçlü radyo teleskoplarla (bkz.Hubble Uzay Teleskopu) uzayın derinliklerinin araştırılması, 20. yüzyılın ikinci yarısında insanlığın uzay hakkındaki
bilgilerini önemli ölçüde genişletti. Ayrıca insanlık uzayı araştırmak için”astronomi” bilimini doğurdu.

Bu arada teorik fizik ve astronomi konusunda devrim yapacak görüşler ortaya
atan Einstein gibi bilginlerin uzay konusunda ortaya attıkları pek çok kuram,
gözlemcilerin uzay üzerine verdikleri bulguların mantıklı bir şekilde
açıklanmasını sağladı.

Uzay konusundaki ilk sağlam bilgiler, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl
başında, özellikle kuzey ülkelerinde kurulan gözlemevleri sayesinde alındı. ABD’nin
Kaliforniya eyaletinde bulunan Palamar Gözlemevi, Dünya’da mevcut
gözlemevlerinin en büyüğüdür. Buradaki aynalı teleskopun çapı 5 m, yüksekliği 40 metre dir.Bu
gözlemevlerinde uzaydaki gökcisimlerinin kütlesi, hacmi, ışığının şiddeti vb.
incelenmektedir. Uygulamalı fiziğin geliştirdiği tayf (spektrum) analizi,
uzaydan gelen ışıklardan, cisimlerin hangi elementlerden oluştuğunu
göstermektedir.

1001’de K. G. Jansky adındaki bir mühendisin rastlantı sonucu bulduğu
uzaydan gelen radyo yayınları, daha sonraki yıllarda radyoteleskopların
doğmasına ve uzayın derinliklerinin dinlenmesine, bu radyo yayınlarının
kaynaklarının ve nedenlerinin bulunmasına yol açtı. II. Dünya Savaşı sırasında
Almanların geliştirdiği V-1 ve V-2 füzeleri daha sonraki yıllarda uzayın keşfi
için yapılacak çalışmalarda büyük bir adım oldu. 1947-1956 yılları arasında
özellikle ABD, uzay çalışmalarına büyük hız verdi. Yapılan uzay uçuşu
denemelerinin hiçbiri bir uzay aracını yörüngeye oturtmayı başaramadı. Bu arada
SSCB, 1957 yılında üç kademeli Vostok füzeleri ile “Sputnik” adındaki
ilk yapma uyduyu Dünya çevresinde yörüngeye oturtarak uzay yarışında öne geçti.
Uydulardan elde edilen uzay üzerine bilgiler, canlıların, özellikle insanların
uzayda yaşayabilmeleri için hangi koşulların yerine getirilmesi gerektiğini
ortaya koydu. Böylece uzay tıbbı doğdu ve gelişti. Uzayda ilk insan ise 12
Nisan 1961 tarihinde SSCB’nin uzaya gönderdiği Yuri Gagarin oldu. Bu arada,
insanların uzay boşluğuna yerleşmelerini sağlamak, uzayı uzaydan izlemek, Dünya
üzerinde haberleşme kolaylıkları sağlamak için binlerce uydu yörüngeye
yerleştirildi ya da uzayın boşluğuna fırlatıldı. Nihayet 1969 Temmuzu’nda Ay’ın
ABDli astronotlar tarafından fethedilmesi, uzay çalışmalarında en önemi
adımlardan biri oldu. Günümüzde uzay yarışı büyük bir hızla
sürmektedir.Özellikle de Amerika ve Rusya bu büyük yarışta amansız birer
rakiptir.

Uzay Hakkındaki bir başka teorem ise 1876’da öne sürülmüştür. Buna göre
Uzay tahmin edilenden daha küçük olabilir. Galaksi sayısı ise tahmin edilenden
çok daha azdır. Görünen uzayda görülen galaksilerin ve yıldızların pek çoğu
aynı galaksilerin farklı zamanlardaki görüntüleridir. Işık uzayda doğrusal
ilerlemez, evrensel çekim güçlerinin belirlediği yolu takip eder, kim bilir
yeterince uzun süre uzayı gözlemlersek belki bir gün kendimizi bile
görebiliriz..